17 Kasım 2011 Perşembe

İnançsız hovardalara; Libertenlere

   Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler; bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlakçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir; tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu tutkuların sesleri götürebilir.
   Şehvetli kadınlar; şehvetperest Saint-Ange size örnek olsun! Onun tüm yaşamı boyunca bağlı kaldığı ilahi zevk yasalarına karşı duran ne varsa siz de onun gibi küçümseyin!
   Hayali bir erdemin ve tiksinti verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zaman kapalı tutulan genç kızlar; cesur Eugénie'yi taklit edin! Sersem ana babalarınızın kafalarınıza kazıdığı gülünç davranış kurallarının tümünü, tüm öğütleri siz de Eugénie gibi bir çırpıda yok edin, ayaklarınızın altına alıp çiğneyin!
   Ve sizler, pek kibar hovardalar; siz ki, gençliğinizden beri, kendi arzularınızdan başka fren, heveslerinizden başka yasa bilmediniz, kinik, hayasız Dolmancé size örnek olsun! Siz de onun gibi şehvetin sizin için hazırladığı çiçekli yolların tümünden geçmek istiyorsanız onun kadar ileri gidin; siz de onun ekolüne katılın ve bu hüzün dolu evrene kendisine rağmen fırlatılıp atılmış, insan denen bu zavallı yaratığın, ancak zevklerinin ve fantezilerinin alanını genişleterek, şehveti için her şeyi feda ederek yaşamın dikenleri üzerinden birkaç gül derlemeyi başarabileceğine inanın.

Yatak Odasında Felsefe - Marquis de Sade

17 Temmuz 2011 Pazar


"Kıskançlığı ve tutkuyu birbirinden ayırmak imkansız olabilir -biri varsa mutlaka diğeri de vardır- ama gene de kıskançlık arzudan uzun sürebilir. Maymun iştahlı olabiliriz, ama bir şeyin hakkımız olduğu duygusu kalıcıdır. Çocukluktan kalma bir mirastır bu: O anda canın istemese de belki sonra isterim diyerek pastana sahip çıkma duygusu.

Ancak sahip çıkma önce gelir. Sahip olmanın garantisi yoksa, geriye yalnızca gösterilip de verilmemiş olma duygusu ve onun az çok umutsuz çözümleri kalır: kendine yetme, arzunun terki, tutku korkusu, cinsellikten nefret, içerleme, imalardan ve suçlamalardan oluşan bir hayat. Ama zaten kesin olarak sahip olma diye bir şey yoktur hiçbir zaman; arzu hiçbir zaman yanında garanti belgesiyle gelmez. İyiliğimiz için daima başkalarına bağımlıyız ve bizim iyiliğimiz onların ilk öncelik verdiği şey değildir; asla da olamaz. Birine sahip olma dileği -sahip olunduğu inancı- bunun imkansızlığının kabulüdür; tüm cinsel suçlar bu temel kabulün reddidir, bunun ne kadar dayanılmaz bir şey olacağının resmidir.

Ama eğer kıskançlık öteki kişinin yalnızca benim malım olmadığını -bana ait bir nesne olmadığını- fark etmemin yoluysa, kendimin büyülü çemberini kırabilmem için ihanete uğramam gerekir. İhanet bizi birbirimiz için fazlasıyla gerçek kılar; ihanetin imkansızlığı ise görünmezleştirir."

Bu yüzden hala herifin internet hesaplarını hacklemeye çalışıyorum; ama söz, bir daha yapmam. Yine de "Benim pastam!" hırsının tekrar etmemesi için ne yapılabilir?

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Yok, yapmayacaktım aslında bunu. Vıcık vıcık kişisel postlara boğmayacaktım burayı. Ama bakınız ne geliyor!

Dergah, sohbetler ve geriye kalan hayatın muazzam karmaşası üçgeninden merkez kaç kuvvetiyle fırlayıp uçmuş idim. Azar azar bira içip içimi kavuran bir pişmanlıkla sabah ezanına karşı ağlamak gibi yumuşak düşüşlerim olmuştu. Ne zaman yapmaya başladığımı hatırlamadığım tek kişilik cinsel aktivitelerimden zevk almaya niyet etmiştim artık. Lisede evden uzaklaşmıştım ve el yordamıyla kendimi, ruhumu keşfetme imkanı arıyor, bana öğretilenleri sorguluyordum.

O zamanlar ÖSS vardı. Yine o zamanlarda yapılan bir anket sonucu gençlerin ÖSS'den korktukları kadar Allah'tan kokmadıkları ortaya çıkmışıdı. (sümme hâşâ!) Ben de elbette geriye kalan hayatın muazzam karmaşasıyla başedemediğimçün, o sıkışık zamanda tekrar dergâha ve sohbetlere sarılmıştım. Yatıp kalkıp dualar ediyordum, zikirler çekiyordum. Elbette edepsiz yerlerime el sürmüyor, beni ağzıma hiç içki koymamışım gibi günahsız kılacak tövbelerime sadık kalıyordum. Samimi ve mutluydum. İçimde en azından ahiretimi kurtarıyor olmanın huzuru, dünyanın tüm çilelerine sükunetle tebessüm ediyor ve sabrediyordum.

O sene sınavı kazanamadım. Ertesi sene sınava bile girmedim. O ara işte, biraz tuhaftı. Arkadaşlarla bira içmeye giderdik. Ben elbette içmezdim, ayrıca yanımda etek - uzun kollu göynek - başörtüsü taşır, namazlarımı vakitlice kılardım.
"Üzerime düşen her şeyi yerine getiriyorum, kulluk bilinci içerisindeyim ve siz, sevgili dostlarım, bugün olmazsa yarın, secdeye kapanacak, af dileyeceksiniz. İşte o zaman mütevazı bir gülümsemeyle kucaklaşacağız. "Mubarek, gençken amma da çılgındık." anlamında yarı pişman yarı eğlenir şekilde sesler çıkaracağız, işte o sırada nasıl konuşuyor olacaksak artık. Belki de sizin imanınızın kurtulmasına ben vesile olacağım? Ah, ne büyük şeref olurdu!" gibi, o sıralarda ayrıştıramadığım içseslerle, acaba insanlara nasıl davranıyor, nasıl ilişkiler kuruyordum? Tabi ki her an aklımdan bunlar geçmiyordu, bir türlü anlam veremediğim bir aşağılanma duygusu ve acele tarafından kaçma isteği daha baskındı ve sık sık yüzümü kızartıyordu. Anlam veremediğim sıkıntılarla boğuşurken bazen bu içsesler yumuşak renkli bir sis perdesi gibi üzerime iniyor ve adını koyamadığım bir yerlerimi tatmin ediyordu. Belki bütün sıkıntının sebebi beynime neredeyse enjekte edilmiş bu içseslerdi.

Bütün içseslerimden bilinçsizce utanırdım ama en üstte bu gibi şeyler vardı. En üstte, en duyulur olanları sohbetlerde kafama kazımıştım. Sohbetin ilk 15 dakikasını, sonra uyurdum, ya da seksen sekiz kere tekrarlanan bazı tatmin ve sarhoş edici şeyleri kafama kazımıştım. Kul olmak, ne mutlu ümmet olmak, bu kapıda seçilmiş evlatlar olmak, ne de güzel olmak, birilerinin ayağının tozu olmanın büyük şeref olması gibi, "seçilmiş ve aynı zamanda zavallı olmanın şeref vericiliğinin karesi" şeklinde çarpanlarına ayırabileceğimiz tatmin araçlarımız vardı.

Tatsız zamanlardı. Ufak ufak koptum. İçmekten ve sevişmekten zevk almayı öğrendim. Bunlar elbette azar azar zulmete bulaşmak suretiyle gerçekleşti. Ben daha çok küçükken sırlı "Deli Melahat" yüzüme bakıp "Bunun nefsi çok büyük, dikkat edin buna." diye uyarmıştı zaten. Aşağılandıkça nefsimiz ezilir, Allah katında yücelirdik. Çocukken doyasıya yücelmiştim. Bana zorla ilahi söylettirip, aşka gelip ağlarlardı ve onlar da doyasıya yücelirdi. Kafam karışık bile değildi, sadece berbat bir uğultu vardı. İşte, o insanlardan ayrılıp büyük şehre göç ettik. Ufak ufak sakinleştim, içimde başka türlü yaşayan bir canlının ilkel seslerini duymaya başladım. Şeytan işi kitapları korkmadan okudum. Belli belirsiz bir iç huzurum bile oldu.

Bu akşam, çocukluğumda unuttuğum o korkunç hava, üç kadın suretiye misafirimiz oldu. Elbette iyi yetişmiş bir genç kız olarak, annemin yapmaktan genelde hazetmediği
(bu ara hasta, bahanesi var) ev temizliğini yaptım, ikramları hazırladım, hepimiz nasıl oluyorsa hemen, benim o sohbet ortamının hizmetçisi olduğum konusunda hemfikir olduk. Bunu kadının "Soğuk suyun var mı?" demesinden anladım. Mesela bir pazarcıya "Peynirin nasıl, iyi mi?" demek gibi. Bu işler elbette ki benden sorulacaktı aksini kim, nasıl, neden düşünsündü ki?

Kendilerini kaybedip bağıra çağıra konuştular, en ufak belden aşağı espriye
(ay hayır, tabi ki ben yapmadım) elleriyle ağızlarını kapatarak, "aman sen de, çılgın seni" anlamında birbirilerine hafifçe vurarak güldüler. Zaten bir tane yırtık vardı böyle espri yapabilecek, espri de şudur; "Allah rızası için dedi miydi, onu bile veririm, en zayıf noktam kihkihkih."

Günlerdir coşturup biriktirdiğim pozitif enerjim götüme kaçmış durumda. Neyse ki gittiler. Annem gelip yeni arkadaşlarını nasıl bulduğumu sorma cesareti gösterdi, sevgili tanrım. Görmek istemiyorum, dedim. Allah Allah, dedi, imalı. Allah yolunda yürümeye çalışan kimselere kalbin kaynamadıysa küçük hanım, yarraa yemişsindir, çok afedersin, kihkihkih.