14 Kasım 2015 Cumartesi

emo kid postlarımı okudum

ilk kez koşarak eve geldim ve kendimi daha önce yapmadığım biçimde hırpaladım. kendine zarar verme döngüsünü kırmak zor. dört peynirli pizza, coca cola zero ve profiteröllü pastayı boğazımı parmaklayarak çıkardım, bir daha asla çikolata yiyemeyeceğimi düşündüm kusarken. sonra pizza, sonra ketçaplı pizza. bir süre sonra midem bana itaat etmeye başladı ve ufak bir dokunuşla dipteki aside ulaşabilir hale geldim. az daha geç kalsam bütün bunları sindirecektim!

hemen sevgili dostum bilmem kime kendimi ispiyonladım, telaş içinde arayıp şuurumu yükseltmeye çalıştı. kendimi bok gibi ve yenilmiş hissettim.

iki gün midem ağrıdı ve yemek yemeye korktum. parmaklanıp asitle yıkanmış bademciklerin tadını aldım.

ciddiye aldığım, kalbimin özel bir yerine koyduğum insanların, yine, beni santim santim kemirdiğini, çürüttüğünü gördüm.

her zaman burnu ve başı dik biri oldum. "dışarıdan mükemmel görünüp içerisi çürümüş" hayatlara acıdım ve onlardan biri olmamakla övündüm.

tuvalete gidip boğazını parmaklayıp sonra hiçbir şey olmamış gibi arkadaşlarının yanına oturan bir sürü insan var. bu şekilde kilo vermeye başlasam beni nasıl motive edeceklerini, nasıl da "seveceklerini" düşündüm.

daha önce yemek yediğim için suçluluk duyduğumu hatırlamıyorum ve kalan ömrümde de suçluluk duymayı düşünmüyorum, kıçım kaç beden olursa olsun.

bu yarışta yokum, iğrenç yarışınıza katılıp kazanmayı da kaybetmeyi de reddediyorum.

dışarıdan muhteşem görünen hayatlardan biri de benimki gibi görünüyor. rezalet. böyle anlamsız ve samimiyetsiz bir hayatı kabul etmiyorum.

muhteşem - gerçek - samimi ya da her ne demekten hoşlanıyorsanız artık, o biçimde servis ettiğiniz samimiyetsiz hayatlarınızla da ilgilenmiyorum.



8 Mart 2012 Perşembe

Kadın mücadelesi üzerine düşünürken

Kadın, göbek-büyüsünün bir putuydu. Kendi yasalarına göre şişip doğum yapıyor gibiydi. Kadın, ezelden beri tekinsiz bir varlık gibi görülmüştür. Erkek ona saygı duyar ama ondan korkardı. Kadın, erkeği dışarı tüküren ve onu her an yeniden yutabilecek olan kara oyuktu. Erkekler bir araya gelerek kadın doğasına karşı bir savunma olan kültürü icat ettiler. Gök-kültü bu sürecin en karmaşık adımıydı. Çünkü yaratıcı odağın yerden göğe kayması göbek-büyüsünden kafa-büyüsüne doğru olan bir değişimdi. Ve bu savunmaı kafa büyüsünden, yanında kadını da yükselten erkek uygarlığının debdebesi ortaya çıktı. Modern kadının ataerkil kültüre saldırmak için kullandığı dili ve mantığı erkekler icat etti.

Böylece cinsiyetler bir tarihsel borçluluk komedisine mahkum oldular. Fiziksel annesine olan borcundan tiksinen erkek, başka bir gerçek yarattı, kendisine özgürlük yanılsaması sağlayan bir heterokozmoz. Önceleri erkeğin korumasını kabullenmekten hoşnut olan kadın, bugün kendi düşsel özgürlüğünün arzusuyla yanmakta, erkeğin sistemlerini istila etmekte ve onları çalarken erkeğe olan borcunu gizlemektedir. Kafa-büyüsü sayesinde kadın, herhangi bir cinsellik ve doğa sorunu olduğunu yadsıyacaktır. Kadın, etki endişesi'nin (the anxiety of influence) mirasını devralmıştır.

...

Doğanın dönemleri kadının dönemleridir. Biyolojik dişilik aynı noktada başlayıp biten bir dairesel dönüşler dizisidir. Kadının merkezcil konumu, ona bir kimlik dengesi sağlar. onun oluşması değil, yalnızca varolması gerekir. Kadının merkezcil konumu erkeğin önünde büyük bir engeldir, çünkü onun kimlik arayışını bloke eder. Erkek kendini özgür bir varlığa dönüştürmek zorundadır, yani kadından bağımsız bir varlığa. Eğer bunu başaramazsa, doğruca kadının içine geri düşecektir. Anayla yeniden kavuşma hayalgücümüzde gezinen bir siren çağrısıdır. Bir zamanlar mutluluk vardı, şimdi ise mücadele. (...) Batı düşüncesine göre tarihin geleceğe doğru itici bir devinim, İkinci Avdet'in açığa vurmasıyla doruğuna ulaşacak ilerici ya da tanrısal bir tasarım olduğu düşüncesi bir erkek denklemidir. Hiçbir kadının böyle bir düşünceyi ortaya atamayacağını, çünkü bu düşüncenin, erkeğin, içinde kısılıp kalmaktan  korktuğu kadının dönemsel doğasını savmak için tasarladığı bir strateji olduğunu ileri sürüyorum. Evrimsel ya da kıyametçi ruh; mutlu sonu, fallik bir zirvesi olan, erkek icadı bir dilek listesidir.

Kadın doğal dönemsellikten aşkın ya da tarihsel bir kaçış düşlemez, çünkü o, dönemin ta kendisidir. Cinsel olgunlaşması büyüyüp küçülen ayla evlenmesi demektir. Ay (moon), ay (month), aybaşı (menses): aynı söz, aynı dünya. Eskiler, kadının doğanın takvimine tabi olduğunu, onunla kaçınılmaz bir buluşması olduğunu biliyorlardı. Özgür iradeden aşırı gurura, oradan da trajediye giden Yunan moeli, bir erkek dramıdır, çünkü kadın (yakın geçmişe kadar) hiçbir zaman özgür irade serabına aldanmamıştır. Kadın özgür irade diye bir şey olmadığını bilir, çünkü özgür değildir. Kabullenmekten başka seçeneği yoktur. Anne olmak istese de istemese de doğa onu üreme yasalarının esneklikten yoksun ritminin boyunduruğuna sokar. Aybaşı dönemi, doğa istemedikçe durdurulamayan bir çalar saattir.

(...)

...İnsanoğlunun kusurlarının ve doğaya bağımlılığının sembolik yükünü kadın taşımıştır. Aybaşı kanı ilk gğnahın doğumda beliren işareti, lekesidir, aşkın dinin insanoğlunun üzerinden yıkayıp temizlemesi gereken pisliktir. Bu özdeşleşme yalnızca fobi kaynaklı mıdır yoksa yalnızca kadın düşmanlığından mı ibarettir? Yoksa aybaşı kanının tabuyla bağlantısını haklı çıkaracak, tekinsiz bir yönü var mıdır? İmgelemi rahatsız edenin kendiliğinden aybaşı kanı olmadığını -her ne kadar o kırmızı sel durdurulamazsa da- kandaki albüminin, uterus kırpıntılarının, kadın denizindeki plasental denizanalarının olduğunu ileri sürüyorum. Bu bizleri var eden kitonyen matristir. Balçığa, biyolojik başlangıç yerimize karşı evrimsel bir tiksinti duyuyoruz. Kadının alınyazısı, her ay, zaman ve varoluşun gayya kuyusuna, kendisi olan o kuyuya bakımaktır.

İncil, kadını, erkeğin kozmik dramının kurbanı yaptığı için topa tutulmuştur. Ama Tekvin, erkek işbirlikçiyi, yani yılanı, Tanrı'nın düşmanı rolünde oynatarak aşırı kadın düşmanlığı yapmaktan kaçınır. İncil, savunmacı bir tavırla, Tanrı'nın gerçek rakibinden, kitonyen doğadan uzak durur. Yılan Havva'nın dışında değil, içindedir. O hem cennet hem de yılandır. Anthony Storr cadılar için şöyle diyor: "Çok ilkel bir seviyede tüm analar falliktir." Şeytan bir kadındır. Modern özgürlük hareketleri, kadının toplumsal alanda ilerlemesini engelleyen basmakalıplıkları bir kenara itmekte, üremenin demonizminin varlığını inkar etmektedirler. Doğa yılankavîdir, karmakarışık bir asma çardağı, sarmaşıklar ve sürüngenler, Wordsworth'ün bize güzel demeyi öğrettiği kokuşuk organik yaşamın yoklayan budala parmaklarıdır. Biyologlar insanın sürüngen beyninden, üst sinir sistemimizin en eski bölümünden, arkaik çağın sağ kalmasını bilen katilinden söz ediyorlar. Kadınların aybaşı öncesi devrede aksi ya da öfkeli oluvermelerini, o sürüngen beyinden sinyaller almalarına bağlıyorum. Erkeğin gizli sapkınlığı kadında apaçık meydandadır. Ortalık tam bir cehenneme, modern hümanizmin reddettiği ve bastırdığı kitonyen cehenneme döner. Aybaşı öncesinde öfkesine hakim olmayam çalışan her kadının, içinde gök-kültü gene yer-kültüyle savaşmaktadır.

Mitolojinin, kadını doğayla özdeşleştirmesi doğrudur. Erkeğin üremeye katkısı anlık ve geçicidir. Döllenme, zamanda bir nokta, erkeğin işe yaramaz bir halde geri kaydığı fallik doruk faaliyetlerimizden biri dahadır. Gebe kadın demonikçe, şeytanca bir bütündür. Ontolojik bir varlık olarak, hiçbir şeye ya da kimseye gereksinimi yoktur. Bence dokuz ay boyunca kendi yaratısının kuluçkasına yatan gebe kadın tüm tekbenciliğin örneğidir, ve tarihsel olarak narsisizmin kadınlara atfedilmesi de, bir başka doğru mittir. Erkek dostluğu ve ataerkillik, erkeğin; kadının gücü, etkilenmezliği, kitonyen doğayla arasındaki arketipik fesat birliği karşısında başvurmak zorunda kaldığı çarelerdi. Kadının bedeni, erkeğin içinde kaybolduğu bir labirenttir. Duvarla çevrili bahçe, ortaçağın hortus conclusus'u, doğanın içinde demonik büyüsünü yaptığı yerdir. Kadın ilksel imalatçıdır, gerçek İlk Harekete Geçen'dir. O, bir avuç atığı, her erkeği bağladığı o yılankavî göbek bağında yüzdürdüğü, duyguları olan bir varlığa çevirir.

(devamı olur...)

17 Kasım 2011 Perşembe

İnançsız hovardalara; Libertenlere

   Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler; bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlakçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir; tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu tutkuların sesleri götürebilir.
   Şehvetli kadınlar; şehvetperest Saint-Ange size örnek olsun! Onun tüm yaşamı boyunca bağlı kaldığı ilahi zevk yasalarına karşı duran ne varsa siz de onun gibi küçümseyin!
   Hayali bir erdemin ve tiksinti verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zaman kapalı tutulan genç kızlar; cesur Eugénie'yi taklit edin! Sersem ana babalarınızın kafalarınıza kazıdığı gülünç davranış kurallarının tümünü, tüm öğütleri siz de Eugénie gibi bir çırpıda yok edin, ayaklarınızın altına alıp çiğneyin!
   Ve sizler, pek kibar hovardalar; siz ki, gençliğinizden beri, kendi arzularınızdan başka fren, heveslerinizden başka yasa bilmediniz, kinik, hayasız Dolmancé size örnek olsun! Siz de onun gibi şehvetin sizin için hazırladığı çiçekli yolların tümünden geçmek istiyorsanız onun kadar ileri gidin; siz de onun ekolüne katılın ve bu hüzün dolu evrene kendisine rağmen fırlatılıp atılmış, insan denen bu zavallı yaratığın, ancak zevklerinin ve fantezilerinin alanını genişleterek, şehveti için her şeyi feda ederek yaşamın dikenleri üzerinden birkaç gül derlemeyi başarabileceğine inanın.

Yatak Odasında Felsefe - Marquis de Sade

17 Temmuz 2011 Pazar


"Kıskançlığı ve tutkuyu birbirinden ayırmak imkansız olabilir -biri varsa mutlaka diğeri de vardır- ama gene de kıskançlık arzudan uzun sürebilir. Maymun iştahlı olabiliriz, ama bir şeyin hakkımız olduğu duygusu kalıcıdır. Çocukluktan kalma bir mirastır bu: O anda canın istemese de belki sonra isterim diyerek pastana sahip çıkma duygusu.

Ancak sahip çıkma önce gelir. Sahip olmanın garantisi yoksa, geriye yalnızca gösterilip de verilmemiş olma duygusu ve onun az çok umutsuz çözümleri kalır: kendine yetme, arzunun terki, tutku korkusu, cinsellikten nefret, içerleme, imalardan ve suçlamalardan oluşan bir hayat. Ama zaten kesin olarak sahip olma diye bir şey yoktur hiçbir zaman; arzu hiçbir zaman yanında garanti belgesiyle gelmez. İyiliğimiz için daima başkalarına bağımlıyız ve bizim iyiliğimiz onların ilk öncelik verdiği şey değildir; asla da olamaz. Birine sahip olma dileği -sahip olunduğu inancı- bunun imkansızlığının kabulüdür; tüm cinsel suçlar bu temel kabulün reddidir, bunun ne kadar dayanılmaz bir şey olacağının resmidir.

Ama eğer kıskançlık öteki kişinin yalnızca benim malım olmadığını -bana ait bir nesne olmadığını- fark etmemin yoluysa, kendimin büyülü çemberini kırabilmem için ihanete uğramam gerekir. İhanet bizi birbirimiz için fazlasıyla gerçek kılar; ihanetin imkansızlığı ise görünmezleştirir."

Bu yüzden hala herifin internet hesaplarını hacklemeye çalışıyorum; ama söz, bir daha yapmam. Yine de "Benim pastam!" hırsının tekrar etmemesi için ne yapılabilir?

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Yok, yapmayacaktım aslında bunu. Vıcık vıcık kişisel postlara boğmayacaktım burayı. Ama bakınız ne geliyor!

Dergah, sohbetler ve geriye kalan hayatın muazzam karmaşası üçgeninden merkez kaç kuvvetiyle fırlayıp uçmuş idim. Azar azar bira içip içimi kavuran bir pişmanlıkla sabah ezanına karşı ağlamak gibi yumuşak düşüşlerim olmuştu. Ne zaman yapmaya başladığımı hatırlamadığım tek kişilik cinsel aktivitelerimden zevk almaya niyet etmiştim artık. Lisede evden uzaklaşmıştım ve el yordamıyla kendimi, ruhumu keşfetme imkanı arıyor, bana öğretilenleri sorguluyordum.

O zamanlar ÖSS vardı. Yine o zamanlarda yapılan bir anket sonucu gençlerin ÖSS'den korktukları kadar Allah'tan kokmadıkları ortaya çıkmışıdı. (sümme hâşâ!) Ben de elbette geriye kalan hayatın muazzam karmaşasıyla başedemediğimçün, o sıkışık zamanda tekrar dergâha ve sohbetlere sarılmıştım. Yatıp kalkıp dualar ediyordum, zikirler çekiyordum. Elbette edepsiz yerlerime el sürmüyor, beni ağzıma hiç içki koymamışım gibi günahsız kılacak tövbelerime sadık kalıyordum. Samimi ve mutluydum. İçimde en azından ahiretimi kurtarıyor olmanın huzuru, dünyanın tüm çilelerine sükunetle tebessüm ediyor ve sabrediyordum.

O sene sınavı kazanamadım. Ertesi sene sınava bile girmedim. O ara işte, biraz tuhaftı. Arkadaşlarla bira içmeye giderdik. Ben elbette içmezdim, ayrıca yanımda etek - uzun kollu göynek - başörtüsü taşır, namazlarımı vakitlice kılardım.
"Üzerime düşen her şeyi yerine getiriyorum, kulluk bilinci içerisindeyim ve siz, sevgili dostlarım, bugün olmazsa yarın, secdeye kapanacak, af dileyeceksiniz. İşte o zaman mütevazı bir gülümsemeyle kucaklaşacağız. "Mubarek, gençken amma da çılgındık." anlamında yarı pişman yarı eğlenir şekilde sesler çıkaracağız, işte o sırada nasıl konuşuyor olacaksak artık. Belki de sizin imanınızın kurtulmasına ben vesile olacağım? Ah, ne büyük şeref olurdu!" gibi, o sıralarda ayrıştıramadığım içseslerle, acaba insanlara nasıl davranıyor, nasıl ilişkiler kuruyordum? Tabi ki her an aklımdan bunlar geçmiyordu, bir türlü anlam veremediğim bir aşağılanma duygusu ve acele tarafından kaçma isteği daha baskındı ve sık sık yüzümü kızartıyordu. Anlam veremediğim sıkıntılarla boğuşurken bazen bu içsesler yumuşak renkli bir sis perdesi gibi üzerime iniyor ve adını koyamadığım bir yerlerimi tatmin ediyordu. Belki bütün sıkıntının sebebi beynime neredeyse enjekte edilmiş bu içseslerdi.

Bütün içseslerimden bilinçsizce utanırdım ama en üstte bu gibi şeyler vardı. En üstte, en duyulur olanları sohbetlerde kafama kazımıştım. Sohbetin ilk 15 dakikasını, sonra uyurdum, ya da seksen sekiz kere tekrarlanan bazı tatmin ve sarhoş edici şeyleri kafama kazımıştım. Kul olmak, ne mutlu ümmet olmak, bu kapıda seçilmiş evlatlar olmak, ne de güzel olmak, birilerinin ayağının tozu olmanın büyük şeref olması gibi, "seçilmiş ve aynı zamanda zavallı olmanın şeref vericiliğinin karesi" şeklinde çarpanlarına ayırabileceğimiz tatmin araçlarımız vardı.

Tatsız zamanlardı. Ufak ufak koptum. İçmekten ve sevişmekten zevk almayı öğrendim. Bunlar elbette azar azar zulmete bulaşmak suretiyle gerçekleşti. Ben daha çok küçükken sırlı "Deli Melahat" yüzüme bakıp "Bunun nefsi çok büyük, dikkat edin buna." diye uyarmıştı zaten. Aşağılandıkça nefsimiz ezilir, Allah katında yücelirdik. Çocukken doyasıya yücelmiştim. Bana zorla ilahi söylettirip, aşka gelip ağlarlardı ve onlar da doyasıya yücelirdi. Kafam karışık bile değildi, sadece berbat bir uğultu vardı. İşte, o insanlardan ayrılıp büyük şehre göç ettik. Ufak ufak sakinleştim, içimde başka türlü yaşayan bir canlının ilkel seslerini duymaya başladım. Şeytan işi kitapları korkmadan okudum. Belli belirsiz bir iç huzurum bile oldu.

Bu akşam, çocukluğumda unuttuğum o korkunç hava, üç kadın suretiye misafirimiz oldu. Elbette iyi yetişmiş bir genç kız olarak, annemin yapmaktan genelde hazetmediği
(bu ara hasta, bahanesi var) ev temizliğini yaptım, ikramları hazırladım, hepimiz nasıl oluyorsa hemen, benim o sohbet ortamının hizmetçisi olduğum konusunda hemfikir olduk. Bunu kadının "Soğuk suyun var mı?" demesinden anladım. Mesela bir pazarcıya "Peynirin nasıl, iyi mi?" demek gibi. Bu işler elbette ki benden sorulacaktı aksini kim, nasıl, neden düşünsündü ki?

Kendilerini kaybedip bağıra çağıra konuştular, en ufak belden aşağı espriye
(ay hayır, tabi ki ben yapmadım) elleriyle ağızlarını kapatarak, "aman sen de, çılgın seni" anlamında birbirilerine hafifçe vurarak güldüler. Zaten bir tane yırtık vardı böyle espri yapabilecek, espri de şudur; "Allah rızası için dedi miydi, onu bile veririm, en zayıf noktam kihkihkih."

Günlerdir coşturup biriktirdiğim pozitif enerjim götüme kaçmış durumda. Neyse ki gittiler. Annem gelip yeni arkadaşlarını nasıl bulduğumu sorma cesareti gösterdi, sevgili tanrım. Görmek istemiyorum, dedim. Allah Allah, dedi, imalı. Allah yolunda yürümeye çalışan kimselere kalbin kaynamadıysa küçük hanım, yarraa yemişsindir, çok afedersin, kihkihkih.